22 Ekim 2012 Pazartesi

Tesadüf


            
            Bugün her zamankinden farklı başlamadı. Hatırlayamadığım bir rüyanın yoksunluğuyla uyandım. Duş aldım. Sabah sıkıntısıyla kahvaltı ettim. Geçen hafta yaptığım sınavın sonuçlarını ve bugün ihtiyacım olan kitapları çantama koydum. Dün giydiğim gömleği ütüledim ve evden çıktım. Apartmanın kapısının önünde ellerinde alışveriş poşetleriyle Handan Hanım’la karşılaştım. Bugün pek keyifsiz gözüktüğümü söyledi anaç kadınlara özgü o bunaltıcı üslupla. Grip olduğumu söyleyip geçiştirdim. Ne vakit karşılaşsak aynısı. Solmuş gözüküyormuşum, canım mı sıkkınmış, biraz dikkat etsem iyi olurmuş, daha gençmişim. Acuze. Bu akşam bir tas çorba getirirmiş. Aklıma bir bahane gelmedi onu vazgeçirmek için, nereden bileyim, bir kadınla buluşacağım, okulda bir etkinliğe katılacağım ya da kimseyle görüşmek istemiyorum gibi. Teşekkürler ile başımdan savdım.
            Sigaram yoktu. Bakkala girdim. Merhabalar, nasılsınız bugün, dedi Necmi. İyiyim Necmi, bir paket sigara verir misin? Peki, buyurun. Akşama ekmeğinizi ayırıyorum, her zamanki gibi. Bu da para üstü. İyi günler.
            Hava biraz serindi. Ceketimi ilikledim. Zorladım, kilo almışım. Şu gece atıştırmaları yüzünden. Geceleri uyamıyorum uzun zamandır. Kafamı yastığa koyuyorum, bir sıkıntı basıveriyor. Düğüm gibi hissettiriyor kendini ne olduğunu bilmediğim bir eksiklik. Düşünüyorum, bir şeyi mi unuttum, bir kabahat mi işledim, diye. Üzerine düştükçe şiddeti artıyor. İşte bu yüzden, televizyonun başına geçiyorum. Var olmayan insanların, bayağı koşuşturmalarını izliyorum. Bir şeyler de atıştırdım mı, tamam. Üzerime çöken eksiklik uyuşuyor ve televizyon başında uyuyakalıyorum.
- - - - -
            Derste öğrencilere “âdem” ile “idam”dan türetilen “adem”in aynı kelimeler olmamasına rağmen edebiyatta birbirlerinin yerine kullanıldığını anlattım. “İdam” eksiltmek anlamına geliyor. Biz kellenin eksiltilmesi anlamında kullanıyoruz, dedim. “İdam”dan türetilen “adem” ise yok, eksik olan anlamına geliyor. Bu da edebiyatçılar için kaçırılmayacak bir fırsat yaratıyor. Ademoğlu, insanlar, eksik olanlar, tam olamayanlar. Manidar değil mi? Sınav sonuçlarını görmek isteyenler sınıfta kalsın. Bugünlük bu kadar.
            Dersten sonra odamda oyalandım biraz. Birkaç dergiye ve kitaba kabaca göz attım. Tekrar ve tekrar işlenen mevzular, oyunlar, yaratılar ve avuntular. İnsan, boşluğu yine boşlukla doldurmaya çalışıyor. Havva ve Âdem’in bilgi ağacının meyvesini ısırdıktan sonra fark ettikleri ilk şeyin çıplaklıkları olması çok hoş bir ironi. Çıplak ve eksik olduklarının farkına vardıkları ilk şey olması. Bunu bir kez fark ettikten sonra ne bok değişir ki. Oyalanırsın sadece. İşte bunları düşündüm bugün odamda. Sonra da iki öğrencimi kabul ettim.
- - - - -
            Geldiğim yoldan eve dönerken, Kerim, bu sen misin? Diye bir bayan seslendi arkamdan. Sese doğru döndüm. Ece. Hala aynı güzellikte. Ne hoş bir tesadüf, değil mi? Nasılsın, diye sordu. İyiyim, sen nasılsın, diye sordum titreyen sesimle. İyiyim, çok iyiyim, sen de iyi gözüküyorsun. Nasıl gidiyor, aynı üniversitede misin, diye sordu. Evet, dedim, aynı yerdeyim. Derslere giriyorum hala. Güzel, çok güzel, diye karşılık verdi. Bak ne diyeceğim, biraz acelem var, geç kaldım eve. Yarın günlerden cuma, buluşalım hep beraber. Ne dersin? Diye sordu. Güzel olur, ama, diye başladım söze. Lakin gelemem dememe izin vermedi. Tamam, o zaman yarın akşam sekizde Çiçek Pasajı’nda buluşalım, dedi. Ne diyeceğimi bilemedim. Peki o zaman, yarın görüşürüz, unutma, dedi.
            Doğruca eve gittim. Canımı sıktı şu buluşma sözü. Daha doğrusu vermediğim buluşma sözü. Teklifsizce sundu ve gitti. Uzandım yatağa. Bir sevgilisi var mıdır, evlenmiş midir acaba? Sanmıyorum, evlenmiş olmasa bu o kadar rahat bir şekilde buluşalım diyemezdi. Peki ne konuşacağız, geçmişten mi? Üniversite yıllarından mı? Artık eskiden olduğum kişi değildim doğrusu. Ortak neyimiz kaldığını merak ettim geçmişten başta? Geçmişte, sabahlara kadar yaptığımız ahkâmlardan o da benim gibi sıyrılmış mıdır? Sorular biriktikçe daralmaya başladım. Yataktan kalktım ve televizyona yöneldim. İlgi çekici bir şey yoktu televizyonda. Kapattım. Neden buluşmak istedi ki? Eski günler hatırına mı? Diye söylendim kendi kendime.
            Sonra bir ara telefon çaldı. Ece mi acaba, ne diyecek ki? Gelemeyeceğini söyleyecekti büyük ihtimal. Ama telefonumu nereden bulmuş olabilir ki? Genzimi temizledim. Alo? Merhaba Kerim Bey. Ben Necmi, bu akşam uğramadınız, hasta olduğunuzu düşündüm. İsterseniz çırakla ekmek ve sigarayı göndereyim. Tamam, dedim, olur. Ece değildi. Yarın görüşecektim. İptal durumu yoktu. Neden görüşmek istedi ki? Önemli bir şey mi söyleyecek? Belki de birine ihtiyaç duymuştur. Eskiden tanıdığı birine. Ama şimdi olduğum kişiyi tanımıyor ki.
            Kapı çaldı. Bakkalın çırağını geldi aklıma. Açtım. Handan Hanım’mış. Ne oldu Kerim, daha kötü gözüküyorsun? İyiyim ben bi’şeyim yok, dedim. Hayır, hayır, dikkat etmiyorsun kendine galiba, burası da soğuk gibi. Al şu çorbayı içersin. Çok iyi gelir gribe. Tamam, dedim. Teşekkür ederken kibarlıktan kırılıyordum. Bi’beş dakika sonra da çırak geldi.
            Birkaç kitaba göz attım. Ece’yle zihnim meşguldü. Sıkıldım okumaktan. Çocuğu olmuş gibi gözükmüyordu. Hala aynı güzellikte Ece. Hatta daha da güzel şöyle bir düşününce. Neden olmasın, diye düşündüm. Neden beraber olmayalım ki? Birbirimizi tanıyoruz. Hem de olmadığımız hallerimizle.
- - - - -
            Saat yedi buçukta çiçek pasajındaydım. Oturdum bir masaya. Garson geldi, şarap istedim. Midemde bir sancı vardı. Kadehe uzadığımda ellerim titriyordu. Bugün işe de gidemedim. Dün Ece’yi düşündüm geç saatlere dek. Sonra da bu günkü buluşmayı. Anılarımızı ve hangilerinden bahsetmemin uygun olacağını. Nasıl sohbete başlamam gerektiğini ve nasıl davranacağımı. Buluşmayı kurgularken uyuyakalmışım sabaha doğru. Garson bir başka isteğim olup olmadığını merak etmiş. Yok, dedim. Bir bayanı bekliyorum. Neden böyle bir şey söyledim ki. Ona ne? Ne demişti dün, çiçek pasajında sekizde görüşürüz. Çok mu erken geldim acaba? Ece’yle ben, neden olmasın.
            Sekizi çeyrek geçe Ece geldi. Öpüştük ve sarıldık. Sonra ceketini çıkardı ve sandalyeye astı. Kusuruma bakma, geç kaldım biraz, cuma trafiği, dedi. Ziyanı yok, dedim, ben de seni beklerken soluklanma fırsatı bulmuş oldum. Ziya selam söyledi. Katılamadığı için özür diledi. Ziya mı, diye sordum şaşkınlığımı saklayamadan, bizim Ziya mı? Evet, dedi, dün dedim ya hep beraber buluşuruz diye. Çok çalışıyor son günlerde yayınevinde. Geldiğinde eve ben uyumuş oluyorum. Öyle mi, diye toparlamaya çalıştım şapşallığımı. Nasıl iyi mi işleri? İyi, çok iyi. Yoruluyor ama bu ay on beş kitap birden basacaklar, bir ilk, dedi. Ece evlenmiş. Ziya. Orospu çocuğu. Çocukları yok ama anlaşılan. Geçen yıl yayınevi çok önemli bir ödül almışmış. Sikerim ödülünü. Ne yesek miymişiz, buranın kabak grateni iyiymiş. Tamam, dedim. Cacık da istedim yanına. Kimlerle görüşüyormuşum. eskilerden Kabak gratenlerimiz geldi. Benden haber alamamışmış. Garson bir kadeh şarap alabilir miyiz buraya? İki olsun. İçime kapanmışım. Ziya’yla merak etmişlermiş. Kaltak.
            Ben pek konuşmadım. Yarım saat sonra da izin istedim. Çıktım. Eve doğru yürümeye başladım. En kısa yoldan. Yolda Necmi’ye uğradım. Bir paket sigara aldım. Daha iyi olup olmadığımı sordu. İyiyim, dedim. Paraüstünü verdi. Teşekkür ettim.

10 Ekim 2012 Çarşamba

Meyile Eğilimli Kuş



     Matematik dersinden çıktım. Herkes biliyor ki ortaokuldan beri aynı lakırtı. Hayatta kalmak için her zaman daha azı yeterlidir. Bakkallar, şehirler arası ticaret yapanlar falan, çoğu ilkokul mezunu ve bankada çalışmaya başlamış aklı kıtlardan daha iyi para kazanırlar. Finans, muhasebe dersi almışlar mıdır, hayır. Onlarca kariyer seminerine girmişler mıdır, hayır. Ama çoğunun daha sağlam hayat felsefesi vardır. Bazen bunlar bayağı felsefeler olabilir. Ama sağlamdırlar. Son ağaç kesilir, son nehir kurur ama bu adamlar yaşamaya ve yasamaya devam ederler.

     Her neyse, dersten çıktım. Yanımda Mahir vardı ve laf geveliyordu. Başımı sallayarak dinliyordum. Bazen umursamazlık ilgilenmeden daha fazla caba gerektirir. Zihinsel bir çaba. Bilmen gerekir, neden umursamıyorsun? Sonra umursaman gerekenler neler? Çok kısa bir süre içinde hayata bakışını tekrar şekillendirmen ve düzenlemen gerekir. Ve bu çok kısa bir sürede olmaz. Bazen bir ömür ve bazen de daha fazla. Bir hayat, iki hayat, bir aile ve kimi zaman da bir sülale. Babalar ve oğullar.

     Mahir gecen hafta neden sigarayı bırakmadığı hakkında konuşadursun ben bir metre ilerimizde sıçar pozisyonda eğilmiş bir herif gördüm. Bu daha fazla ilgimi çekti. Sıçar duruşta hem de avluda. Sonra ilgisinin önünde, yerde duran bi'şeye ait olduğunu fark ettim. Daha da yaklaştım ve bunun ölü bir kuş olduğu anladım. Kuş zeminle aynı renkteydi ve kuşun farkına varmak hiç kolay olmadı. Ama fark edince de hiç şaşırmadım. İnsanoğluna ölüler, canlılardan daha fazla ilgi çekici gelir. Ölüm ile yaşam karşısındaki şaşkınlığımız gelip çatar. Ölümle karşılaşana kadar pek yaşamayız. Ne ölüyüzdür ne de canlı. Sonra ölüm kavramı oturur karşımızdaki koltuğa, bir arkadaş, bir baba ya da işte bir kuş davet eder onu masaya. İste kuşa bakıyorduk orada. Yavru, yeşil bir kuş. Sırtı yerde, kanatları açık. Cinayete kurban gitmiş gibi. Uçamamış olabilir, diye düşündüm. Düşmek ise kaçınılmazdır.

     Mahir, nasıl spora tekrar başlayıp göbeği eriteceğini falan anlatıyordu. Sabah şekerleri akışında. Bu arada sıçar pozisyondaki herifin bir arkadaşı sergilenenmekte olan piyese katıldı,

"Neye bakıyorsun?"

"Ölmüş galiba."

     Sonra bir anda kuş, akıl almaz bir hareketle yerinden zıpladı ve daha demin uzandığı yere kondu. Kuş yaşıyordu, oyun bitmişti. Sıçan herif yerinden kalktı ve gitti. Kuş ise yerinden hiç kımıldamadan zeminde duruyordu. Yüzü yerde ve hızlı hızlı nefes alıyordu. Çevreyi inceledim. Güvenlik kameraların üzerine, duvarların kenarına baktım, kuş yuvası yoktu. Yuvadan uçmaya çalışıp da düşmüş olması pek olası değildi yani. Belki de hastaydı. Durdum orada öylece. Bir sigara yaktım. Mahir, kuşun ne şovmen olduğunu söyledi. Haklıydı. Ufak gösterisini avluda sergiliyordu. Mahir'i dinlemeye devam ettim. Çoğunlukla da başımı salladım. Bu arada da kuşa bakıyordum. Durduğu yerden kımıldamıyordu.

      Sonra bir herif fark ettim, kuşa doğru geliyordu ve suratından, bırak kuşun üzerine yürüdüğünü nerede olduğunu bile anlamadığı belli oluyordu. Amına koduğumun moronu. Önüne bak, dedim. Götlek bunu hakaret olarak algıladı ve yüzüme baktı, salak önüne bak, dedim ve herifi durdurmak için atıldım. Ayağını kuşun üzerine atarken durdurdum hıyarı. Hala farkında değildi. Kuş uçuverdi. Herifçioğlu,

     "Pardon, görmedim." dedi. Sonra gözümle kuşu aradım ve kuşun fakültenin kapısının dibine konduğunu gördüm. Birisi kapıyı açtığı anda kuş ezilecekti. Seyirci kalamadım ve duruşumdan ödün verip sigaramı fırlattım. Mahir'in yanından ayrılıp ve kuşun yanına gittim. Elimi uzattım ve yakalamaya çalıştım. Kuşu alıp yeşil ve ayakkabısız bir bölgeye götürmekti niyetim. Fakat her seferinde avucuma alır almaz uçuyor ve yürüyenlerin önüne atıyordu kendini. Gittim, kuşu tekrar yakaladım ve kafesteymişçesine sarmaladım parmaklarımla. Kızlar çığlık atıyor ve ne güzel olduğunu söylüyordu. Aptallar, büyük ihtimal hasta, grip, kuş gribi. Ve öleceğim.

      Ayakkabısız, tekerleksiz ve yeşil olan en yakın mekan yaklaşık yüz metre ötedeydi. Dişi olduğu, elimden kaçıp diğer heriflerin ayaklarının altına kendini atmasından belliydi.

"Tamam kızım, güzelim. Problemin ne, sen de mi histeriksin biraz diğerleri gibi?"

      Kuş elimde çırpınırken bir anda aydınlandım. Kuşun derdini artık biliyordum. Kuş intihar etmeye çalışıyordu. Ezilebileceği her yeri biliyor ve kendini oraya atıyordu. Sonra, hata mı yaptım, diye düşündüm. Ne de olsa intihar fikri benim de kafamı kurcalıyordu. Her şeyin manasız olduğu zamanlarda, karanlıkların içerisinde ışığın hayaliyle yarattığımız bu medeniyet karşısında intihar çok güzel bir karardı. Ama ben intihar edemeyecek kadar ayık ve ödlektim. Yine de intihar edenlere saygı duyuyordum ve kuşa yanlış yapmıştım. Dedim kendime ve aynı zaman da kuşa,

"Derdini bana anlatmanın tek bir yolu var."

     Yönümü değiştirdim ve sıkça arabanın geçtiği asfaltın oraya vardım. Kuşu asfalta, tekerlek izlerinin olduğu tarafa koydum. Geriye iki adım attım ve izlemeye başladım. Biraz ötede bir araba vardı ve yaklaşıyordu. Kuşa baktım, put gibi kımıldamıyordu, arabaya mı yere mı baktığını pek anlayamadım. Ama bilgece gözüküyordu. Zendi, dervişti, ermişti ya da geceyi bir başka geceye katan sarhoştu.

     Araba tam kuşun üzerinden geçecekti ki, dur! diye bağırdım direksiyonun başındaki piçe. O da kıllanmış galiba bir asfalta bir de arabasına bakmamdan, hemen frene bastı. Kuşun yanına gittim ve tekrar avucuma aldım kuşu.

     Ne bok yiyeceğimi bilmiyordum. Duruşum ve düşüncelerim bana, kuşun kararına saygı duy, diyordu. Ama uysal ve evcil olduğunu sıkça reddettiğim karakterim bana, olmaz öyle şey, diyordu. Güçsüzdüm, ne yapacağımı bilmiyordum. Sonra kuşu bırakmayı düşündüğüm yeşilliğe doğru yavaşça yol aldım. Pek bi'şey düşünemiyordum aslında.

     Vardım ve oturdum yeşilliğe. Kuşu yanıma bıraktım. Bana baktı. Bir sigara yaktım. Ben kimdim ki tanımadığım bir kuşa, dişi bir kuşa hem de, karışıyor ve kararından caydırmaya çalıyordum. Bana bakıyordu. Öylece birkaç dakika bana baktı. Ben ona bakamadım ama. Sonra sigara bitti ve kalktım. Yürümeye başladım. Kararımı vermiştim. Kuşu intihar etmesin diye sürekli kollayacak ve bir kafese koyacak halim yoktu. Benim olmadığım bir yerde istediğini yapsındı. Bana neydi.

     Sonra bir anda ayağımın altında bir şey olduğunu hissettim. Kıtır kıtır ses çıkmıştı. Ayağım altındakinin ne olduğunu adım gibi biliyordum. Ayağımı hemen geri çektim. Ama bakmadım altındakine. Bakamadım. Bir sigara yaktım. Midem bulanıyor gibi oldu, yeşilliğe attım sigarayı. Çekinerek adım attım. Sonra bir başka adım. Yavaş yavaş alışıyordum.

     Bir sonraki dersin sınıfı yakındaydı. Geç kalmıştım derse. Hoca,

"Neden geç kaldın?" diye sordu.

"Kadınlar" dedim ve boş bulduğum ilk sandalyeye oturdum.