22 Ekim 2012 Pazartesi

Tesadüf


            
            Bugün her zamankinden farklı başlamadı. Hatırlayamadığım bir rüyanın yoksunluğuyla uyandım. Duş aldım. Sabah sıkıntısıyla kahvaltı ettim. Geçen hafta yaptığım sınavın sonuçlarını ve bugün ihtiyacım olan kitapları çantama koydum. Dün giydiğim gömleği ütüledim ve evden çıktım. Apartmanın kapısının önünde ellerinde alışveriş poşetleriyle Handan Hanım’la karşılaştım. Bugün pek keyifsiz gözüktüğümü söyledi anaç kadınlara özgü o bunaltıcı üslupla. Grip olduğumu söyleyip geçiştirdim. Ne vakit karşılaşsak aynısı. Solmuş gözüküyormuşum, canım mı sıkkınmış, biraz dikkat etsem iyi olurmuş, daha gençmişim. Acuze. Bu akşam bir tas çorba getirirmiş. Aklıma bir bahane gelmedi onu vazgeçirmek için, nereden bileyim, bir kadınla buluşacağım, okulda bir etkinliğe katılacağım ya da kimseyle görüşmek istemiyorum gibi. Teşekkürler ile başımdan savdım.
            Sigaram yoktu. Bakkala girdim. Merhabalar, nasılsınız bugün, dedi Necmi. İyiyim Necmi, bir paket sigara verir misin? Peki, buyurun. Akşama ekmeğinizi ayırıyorum, her zamanki gibi. Bu da para üstü. İyi günler.
            Hava biraz serindi. Ceketimi ilikledim. Zorladım, kilo almışım. Şu gece atıştırmaları yüzünden. Geceleri uyamıyorum uzun zamandır. Kafamı yastığa koyuyorum, bir sıkıntı basıveriyor. Düğüm gibi hissettiriyor kendini ne olduğunu bilmediğim bir eksiklik. Düşünüyorum, bir şeyi mi unuttum, bir kabahat mi işledim, diye. Üzerine düştükçe şiddeti artıyor. İşte bu yüzden, televizyonun başına geçiyorum. Var olmayan insanların, bayağı koşuşturmalarını izliyorum. Bir şeyler de atıştırdım mı, tamam. Üzerime çöken eksiklik uyuşuyor ve televizyon başında uyuyakalıyorum.
- - - - -
            Derste öğrencilere “âdem” ile “idam”dan türetilen “adem”in aynı kelimeler olmamasına rağmen edebiyatta birbirlerinin yerine kullanıldığını anlattım. “İdam” eksiltmek anlamına geliyor. Biz kellenin eksiltilmesi anlamında kullanıyoruz, dedim. “İdam”dan türetilen “adem” ise yok, eksik olan anlamına geliyor. Bu da edebiyatçılar için kaçırılmayacak bir fırsat yaratıyor. Ademoğlu, insanlar, eksik olanlar, tam olamayanlar. Manidar değil mi? Sınav sonuçlarını görmek isteyenler sınıfta kalsın. Bugünlük bu kadar.
            Dersten sonra odamda oyalandım biraz. Birkaç dergiye ve kitaba kabaca göz attım. Tekrar ve tekrar işlenen mevzular, oyunlar, yaratılar ve avuntular. İnsan, boşluğu yine boşlukla doldurmaya çalışıyor. Havva ve Âdem’in bilgi ağacının meyvesini ısırdıktan sonra fark ettikleri ilk şeyin çıplaklıkları olması çok hoş bir ironi. Çıplak ve eksik olduklarının farkına vardıkları ilk şey olması. Bunu bir kez fark ettikten sonra ne bok değişir ki. Oyalanırsın sadece. İşte bunları düşündüm bugün odamda. Sonra da iki öğrencimi kabul ettim.
- - - - -
            Geldiğim yoldan eve dönerken, Kerim, bu sen misin? Diye bir bayan seslendi arkamdan. Sese doğru döndüm. Ece. Hala aynı güzellikte. Ne hoş bir tesadüf, değil mi? Nasılsın, diye sordu. İyiyim, sen nasılsın, diye sordum titreyen sesimle. İyiyim, çok iyiyim, sen de iyi gözüküyorsun. Nasıl gidiyor, aynı üniversitede misin, diye sordu. Evet, dedim, aynı yerdeyim. Derslere giriyorum hala. Güzel, çok güzel, diye karşılık verdi. Bak ne diyeceğim, biraz acelem var, geç kaldım eve. Yarın günlerden cuma, buluşalım hep beraber. Ne dersin? Diye sordu. Güzel olur, ama, diye başladım söze. Lakin gelemem dememe izin vermedi. Tamam, o zaman yarın akşam sekizde Çiçek Pasajı’nda buluşalım, dedi. Ne diyeceğimi bilemedim. Peki o zaman, yarın görüşürüz, unutma, dedi.
            Doğruca eve gittim. Canımı sıktı şu buluşma sözü. Daha doğrusu vermediğim buluşma sözü. Teklifsizce sundu ve gitti. Uzandım yatağa. Bir sevgilisi var mıdır, evlenmiş midir acaba? Sanmıyorum, evlenmiş olmasa bu o kadar rahat bir şekilde buluşalım diyemezdi. Peki ne konuşacağız, geçmişten mi? Üniversite yıllarından mı? Artık eskiden olduğum kişi değildim doğrusu. Ortak neyimiz kaldığını merak ettim geçmişten başta? Geçmişte, sabahlara kadar yaptığımız ahkâmlardan o da benim gibi sıyrılmış mıdır? Sorular biriktikçe daralmaya başladım. Yataktan kalktım ve televizyona yöneldim. İlgi çekici bir şey yoktu televizyonda. Kapattım. Neden buluşmak istedi ki? Eski günler hatırına mı? Diye söylendim kendi kendime.
            Sonra bir ara telefon çaldı. Ece mi acaba, ne diyecek ki? Gelemeyeceğini söyleyecekti büyük ihtimal. Ama telefonumu nereden bulmuş olabilir ki? Genzimi temizledim. Alo? Merhaba Kerim Bey. Ben Necmi, bu akşam uğramadınız, hasta olduğunuzu düşündüm. İsterseniz çırakla ekmek ve sigarayı göndereyim. Tamam, dedim, olur. Ece değildi. Yarın görüşecektim. İptal durumu yoktu. Neden görüşmek istedi ki? Önemli bir şey mi söyleyecek? Belki de birine ihtiyaç duymuştur. Eskiden tanıdığı birine. Ama şimdi olduğum kişiyi tanımıyor ki.
            Kapı çaldı. Bakkalın çırağını geldi aklıma. Açtım. Handan Hanım’mış. Ne oldu Kerim, daha kötü gözüküyorsun? İyiyim ben bi’şeyim yok, dedim. Hayır, hayır, dikkat etmiyorsun kendine galiba, burası da soğuk gibi. Al şu çorbayı içersin. Çok iyi gelir gribe. Tamam, dedim. Teşekkür ederken kibarlıktan kırılıyordum. Bi’beş dakika sonra da çırak geldi.
            Birkaç kitaba göz attım. Ece’yle zihnim meşguldü. Sıkıldım okumaktan. Çocuğu olmuş gibi gözükmüyordu. Hala aynı güzellikte Ece. Hatta daha da güzel şöyle bir düşününce. Neden olmasın, diye düşündüm. Neden beraber olmayalım ki? Birbirimizi tanıyoruz. Hem de olmadığımız hallerimizle.
- - - - -
            Saat yedi buçukta çiçek pasajındaydım. Oturdum bir masaya. Garson geldi, şarap istedim. Midemde bir sancı vardı. Kadehe uzadığımda ellerim titriyordu. Bugün işe de gidemedim. Dün Ece’yi düşündüm geç saatlere dek. Sonra da bu günkü buluşmayı. Anılarımızı ve hangilerinden bahsetmemin uygun olacağını. Nasıl sohbete başlamam gerektiğini ve nasıl davranacağımı. Buluşmayı kurgularken uyuyakalmışım sabaha doğru. Garson bir başka isteğim olup olmadığını merak etmiş. Yok, dedim. Bir bayanı bekliyorum. Neden böyle bir şey söyledim ki. Ona ne? Ne demişti dün, çiçek pasajında sekizde görüşürüz. Çok mu erken geldim acaba? Ece’yle ben, neden olmasın.
            Sekizi çeyrek geçe Ece geldi. Öpüştük ve sarıldık. Sonra ceketini çıkardı ve sandalyeye astı. Kusuruma bakma, geç kaldım biraz, cuma trafiği, dedi. Ziyanı yok, dedim, ben de seni beklerken soluklanma fırsatı bulmuş oldum. Ziya selam söyledi. Katılamadığı için özür diledi. Ziya mı, diye sordum şaşkınlığımı saklayamadan, bizim Ziya mı? Evet, dedi, dün dedim ya hep beraber buluşuruz diye. Çok çalışıyor son günlerde yayınevinde. Geldiğinde eve ben uyumuş oluyorum. Öyle mi, diye toparlamaya çalıştım şapşallığımı. Nasıl iyi mi işleri? İyi, çok iyi. Yoruluyor ama bu ay on beş kitap birden basacaklar, bir ilk, dedi. Ece evlenmiş. Ziya. Orospu çocuğu. Çocukları yok ama anlaşılan. Geçen yıl yayınevi çok önemli bir ödül almışmış. Sikerim ödülünü. Ne yesek miymişiz, buranın kabak grateni iyiymiş. Tamam, dedim. Cacık da istedim yanına. Kimlerle görüşüyormuşum. eskilerden Kabak gratenlerimiz geldi. Benden haber alamamışmış. Garson bir kadeh şarap alabilir miyiz buraya? İki olsun. İçime kapanmışım. Ziya’yla merak etmişlermiş. Kaltak.
            Ben pek konuşmadım. Yarım saat sonra da izin istedim. Çıktım. Eve doğru yürümeye başladım. En kısa yoldan. Yolda Necmi’ye uğradım. Bir paket sigara aldım. Daha iyi olup olmadığımı sordu. İyiyim, dedim. Paraüstünü verdi. Teşekkür ettim.

10 Ekim 2012 Çarşamba

Meyile Eğilimli Kuş



     Matematik dersinden çıktım. Herkes biliyor ki ortaokuldan beri aynı lakırtı. Hayatta kalmak için her zaman daha azı yeterlidir. Bakkallar, şehirler arası ticaret yapanlar falan, çoğu ilkokul mezunu ve bankada çalışmaya başlamış aklı kıtlardan daha iyi para kazanırlar. Finans, muhasebe dersi almışlar mıdır, hayır. Onlarca kariyer seminerine girmişler mıdır, hayır. Ama çoğunun daha sağlam hayat felsefesi vardır. Bazen bunlar bayağı felsefeler olabilir. Ama sağlamdırlar. Son ağaç kesilir, son nehir kurur ama bu adamlar yaşamaya ve yasamaya devam ederler.

     Her neyse, dersten çıktım. Yanımda Mahir vardı ve laf geveliyordu. Başımı sallayarak dinliyordum. Bazen umursamazlık ilgilenmeden daha fazla caba gerektirir. Zihinsel bir çaba. Bilmen gerekir, neden umursamıyorsun? Sonra umursaman gerekenler neler? Çok kısa bir süre içinde hayata bakışını tekrar şekillendirmen ve düzenlemen gerekir. Ve bu çok kısa bir sürede olmaz. Bazen bir ömür ve bazen de daha fazla. Bir hayat, iki hayat, bir aile ve kimi zaman da bir sülale. Babalar ve oğullar.

     Mahir gecen hafta neden sigarayı bırakmadığı hakkında konuşadursun ben bir metre ilerimizde sıçar pozisyonda eğilmiş bir herif gördüm. Bu daha fazla ilgimi çekti. Sıçar duruşta hem de avluda. Sonra ilgisinin önünde, yerde duran bi'şeye ait olduğunu fark ettim. Daha da yaklaştım ve bunun ölü bir kuş olduğu anladım. Kuş zeminle aynı renkteydi ve kuşun farkına varmak hiç kolay olmadı. Ama fark edince de hiç şaşırmadım. İnsanoğluna ölüler, canlılardan daha fazla ilgi çekici gelir. Ölüm ile yaşam karşısındaki şaşkınlığımız gelip çatar. Ölümle karşılaşana kadar pek yaşamayız. Ne ölüyüzdür ne de canlı. Sonra ölüm kavramı oturur karşımızdaki koltuğa, bir arkadaş, bir baba ya da işte bir kuş davet eder onu masaya. İste kuşa bakıyorduk orada. Yavru, yeşil bir kuş. Sırtı yerde, kanatları açık. Cinayete kurban gitmiş gibi. Uçamamış olabilir, diye düşündüm. Düşmek ise kaçınılmazdır.

     Mahir, nasıl spora tekrar başlayıp göbeği eriteceğini falan anlatıyordu. Sabah şekerleri akışında. Bu arada sıçar pozisyondaki herifin bir arkadaşı sergilenenmekte olan piyese katıldı,

"Neye bakıyorsun?"

"Ölmüş galiba."

     Sonra bir anda kuş, akıl almaz bir hareketle yerinden zıpladı ve daha demin uzandığı yere kondu. Kuş yaşıyordu, oyun bitmişti. Sıçan herif yerinden kalktı ve gitti. Kuş ise yerinden hiç kımıldamadan zeminde duruyordu. Yüzü yerde ve hızlı hızlı nefes alıyordu. Çevreyi inceledim. Güvenlik kameraların üzerine, duvarların kenarına baktım, kuş yuvası yoktu. Yuvadan uçmaya çalışıp da düşmüş olması pek olası değildi yani. Belki de hastaydı. Durdum orada öylece. Bir sigara yaktım. Mahir, kuşun ne şovmen olduğunu söyledi. Haklıydı. Ufak gösterisini avluda sergiliyordu. Mahir'i dinlemeye devam ettim. Çoğunlukla da başımı salladım. Bu arada da kuşa bakıyordum. Durduğu yerden kımıldamıyordu.

      Sonra bir herif fark ettim, kuşa doğru geliyordu ve suratından, bırak kuşun üzerine yürüdüğünü nerede olduğunu bile anlamadığı belli oluyordu. Amına koduğumun moronu. Önüne bak, dedim. Götlek bunu hakaret olarak algıladı ve yüzüme baktı, salak önüne bak, dedim ve herifi durdurmak için atıldım. Ayağını kuşun üzerine atarken durdurdum hıyarı. Hala farkında değildi. Kuş uçuverdi. Herifçioğlu,

     "Pardon, görmedim." dedi. Sonra gözümle kuşu aradım ve kuşun fakültenin kapısının dibine konduğunu gördüm. Birisi kapıyı açtığı anda kuş ezilecekti. Seyirci kalamadım ve duruşumdan ödün verip sigaramı fırlattım. Mahir'in yanından ayrılıp ve kuşun yanına gittim. Elimi uzattım ve yakalamaya çalıştım. Kuşu alıp yeşil ve ayakkabısız bir bölgeye götürmekti niyetim. Fakat her seferinde avucuma alır almaz uçuyor ve yürüyenlerin önüne atıyordu kendini. Gittim, kuşu tekrar yakaladım ve kafesteymişçesine sarmaladım parmaklarımla. Kızlar çığlık atıyor ve ne güzel olduğunu söylüyordu. Aptallar, büyük ihtimal hasta, grip, kuş gribi. Ve öleceğim.

      Ayakkabısız, tekerleksiz ve yeşil olan en yakın mekan yaklaşık yüz metre ötedeydi. Dişi olduğu, elimden kaçıp diğer heriflerin ayaklarının altına kendini atmasından belliydi.

"Tamam kızım, güzelim. Problemin ne, sen de mi histeriksin biraz diğerleri gibi?"

      Kuş elimde çırpınırken bir anda aydınlandım. Kuşun derdini artık biliyordum. Kuş intihar etmeye çalışıyordu. Ezilebileceği her yeri biliyor ve kendini oraya atıyordu. Sonra, hata mı yaptım, diye düşündüm. Ne de olsa intihar fikri benim de kafamı kurcalıyordu. Her şeyin manasız olduğu zamanlarda, karanlıkların içerisinde ışığın hayaliyle yarattığımız bu medeniyet karşısında intihar çok güzel bir karardı. Ama ben intihar edemeyecek kadar ayık ve ödlektim. Yine de intihar edenlere saygı duyuyordum ve kuşa yanlış yapmıştım. Dedim kendime ve aynı zaman da kuşa,

"Derdini bana anlatmanın tek bir yolu var."

     Yönümü değiştirdim ve sıkça arabanın geçtiği asfaltın oraya vardım. Kuşu asfalta, tekerlek izlerinin olduğu tarafa koydum. Geriye iki adım attım ve izlemeye başladım. Biraz ötede bir araba vardı ve yaklaşıyordu. Kuşa baktım, put gibi kımıldamıyordu, arabaya mı yere mı baktığını pek anlayamadım. Ama bilgece gözüküyordu. Zendi, dervişti, ermişti ya da geceyi bir başka geceye katan sarhoştu.

     Araba tam kuşun üzerinden geçecekti ki, dur! diye bağırdım direksiyonun başındaki piçe. O da kıllanmış galiba bir asfalta bir de arabasına bakmamdan, hemen frene bastı. Kuşun yanına gittim ve tekrar avucuma aldım kuşu.

     Ne bok yiyeceğimi bilmiyordum. Duruşum ve düşüncelerim bana, kuşun kararına saygı duy, diyordu. Ama uysal ve evcil olduğunu sıkça reddettiğim karakterim bana, olmaz öyle şey, diyordu. Güçsüzdüm, ne yapacağımı bilmiyordum. Sonra kuşu bırakmayı düşündüğüm yeşilliğe doğru yavaşça yol aldım. Pek bi'şey düşünemiyordum aslında.

     Vardım ve oturdum yeşilliğe. Kuşu yanıma bıraktım. Bana baktı. Bir sigara yaktım. Ben kimdim ki tanımadığım bir kuşa, dişi bir kuşa hem de, karışıyor ve kararından caydırmaya çalıyordum. Bana bakıyordu. Öylece birkaç dakika bana baktı. Ben ona bakamadım ama. Sonra sigara bitti ve kalktım. Yürümeye başladım. Kararımı vermiştim. Kuşu intihar etmesin diye sürekli kollayacak ve bir kafese koyacak halim yoktu. Benim olmadığım bir yerde istediğini yapsındı. Bana neydi.

     Sonra bir anda ayağımın altında bir şey olduğunu hissettim. Kıtır kıtır ses çıkmıştı. Ayağım altındakinin ne olduğunu adım gibi biliyordum. Ayağımı hemen geri çektim. Ama bakmadım altındakine. Bakamadım. Bir sigara yaktım. Midem bulanıyor gibi oldu, yeşilliğe attım sigarayı. Çekinerek adım attım. Sonra bir başka adım. Yavaş yavaş alışıyordum.

     Bir sonraki dersin sınıfı yakındaydı. Geç kalmıştım derse. Hoca,

"Neden geç kaldın?" diye sordu.

"Kadınlar" dedim ve boş bulduğum ilk sandalyeye oturdum.

13 Ağustos 2012 Pazartesi

PazarPazartesi



Bütün gün uzandığım kanepe, adını da koydum uzamsız sıkıntılarda, Adem. Yayları eksik, bazen belimi sıkecek gibi oluyor. O zaman pozisyonu değiştiriyorum, sırtımı yayların daha düzgün olduğu yere uzatıyorum. Bazen diyorum kendi kendime, ölümüm omurga kaymasından, nerden bileyim, omurgalarımın karaciğerimi parçalamasından olacak. Ama nerede! Nazan varken ölümüm konusunda mobilyalarımızı, yediğimiz - ya da yiyemediğimiz mi demeliyim- boktan yemekleri ve ya ucuz alkolü sorumlu tutamıyorum. Nazan mı, tam bir baş belası. Geçen yıl, bir pazar gecesi, sonucu hüsran birkaç aşk deneyimimden sonra şu karara vardığımı çok net hatırlıyorum; cazgırlığı, gevezeliği ve kahpeliğiyle ömrümü sigaradan daha çok büzüştüren kadınlara son. Ha ha, daha sonra ne yaptım: Nazan buldum. Hoş koşullarda, hafif bulutlu yani yeryüzünün parçalı aydınlıklı olduğu bir gün onunla karşılaştım iskele kenarındaki banklarda. Aslında daha önceden de tanışıyorduk. İki yıl önce Arif’in askerlikten kaçmak uğruna üçüncü kere üniversiteyi kazanmasını kutlamak adına on yıllık öğrenci evinde verdiği alçak gönüllü sütlü kavunlu eğlencede tanıştırıldık -halbuki askerlik bir buçuk yıllık dinlence bir kadından sonra, üniversite ise koca bulma umuduyla memleketinden gelip pazarı kuran kızlarla dolu dört yıllık azap, merak edenler için Nazan bir yıldır törpü, üstelik hem kulağıma, hem elime hem de sikime. Nazan bu eğlencede özel bir ilgi uyandırmamıştı bende. Sade, sessiz ve hallice bir tebessüm sahibesi. Aslında böylesi kadın, ya uçurur bir erkeği, aradığı ilham perisi olur ya da siker hayatını. Ben ise yine talihsiz çıktım. Zaten nerede kahpe var beni buluyor. Mıknatıs gibi sikim, nerede bohça gibi am ve delilik sahibesi var çekiliyor bana. Her neyse, ben hatırlayamadım onu, o beni hatırladı. Selam selam falan. Sigara ikramı, ne işin var burada, bir işim var burada, kasiyerim. Ne işin var burada, bir işim yok, sefilim. Eşlik ettim çalıştığı markete kadar. Kasaya geçmesini bekledim, bir paket sigara ve buluşma sözü aldım. İş çıkışında buluşacaktık, buluştuk. Önce havadan sudan, işsizlikten okuldan konuştuk. Aslında pek de konuşmadık. Buna güvendim ve geceleyin Nazan’ın evinde sergilediğim kısa bir performanstan sonra demir attım evine.

İşte Adem, Nazan’ın en kısa zamanda kurtulmak istediği kanepesi, bunun için benim iyi bir iş sahibi olmam da şart tabii. Geçen günkü -ya da geçen ay, emin değilim, son on ay kuruntularla ve şikayetlerle dolu çok uzun bir gün gibiydi- Adem’le konuşmam sırasında kanepe de bu kahpeden kurtulmak istediğini dile getirdi. Hak verdim Adem’e. Ufak bir anektot olsun, Adem benim uzun ve anlamsız garson iş günlerimden sonra sabahlara kadar beraber oturduğum, alkol içip üstümüzü başımızı sigara deliplerine boğduğum hayat arkadaşım. Belki bu evdeki tek dostum. Ha, bir de pencere pervazı var hemen Adem’nin yanı başında. Nazan yatakta kamışımı düzdükten sonra, yanında dikilip gökyüzünün şehre, insanlara yansımasını seyrettiğim. Ne diyordum en son, evet, işte bu gece Adem'e tekrar hak verdim. Nazan benim parazit gibi olduğumu hatta ona köstek olan orospu çocuğu olduğumu söylerken yanılıyordu. Gökyüzü yanılıyordu, yeni kanepe koltuk takımı hayali yanılıyordu, hatta ben de yanılıyordum Nazan’a kah susarak kah laf geveleyerek cevap verirken.

Hiç uyumadım bugün. Bir pazartesi havası, bir pazartesi günü, puşt şehir uykularından uyanıp yanı başlarındaki hayatlarına uyumaya giden insan kafilelerini karşılıyordu. Kendimi gözleri açılmış bir köle gibi hissettim. Yatak odasının kapısından Nazan’ın horultusunu duydum. Tamam dedim kendi kendime, yağlı kafa derime yapışmış saçlarımı ellerimde kabarttım ve anahtarı alıp evden çıktım. İskelenin kenarındaki bankların oraya gittim. Daha dün buradaymışım gibiydi, yer yer bulutlu ve insanlar. Bir sigara yaktım, vapurdan inen kızlarla göz göze gelmekten kaçınarak. Sigaram bitti ve Nazan’ın eskiden çalıştığı markete gittim, cebimdeki son parayla bir paket sigara, bir şişe şarap, bir kaç yumurta, bir ekmek, ucuzundan kaşar peynir ve hayatımda daha önce hiç almadığım dereotu ile maydonoz. Bunları alırken de kendimi centilmen hissettim, new age müzik dinleyen, çakra açıp uzak doğu yemekleri yapan bir göt gibi. Tembihli davrandım, kasiyer kızın yüzüne hiç bakmadım. Kolu kıllı kasiyer kız, bir paket sigara ve bir poşet dolusu ayrılma sözü, yirmi lira yetmiş kuruş, dedi. Eve gidip, kaşarlı yumurtayı pişirdim, maydonozu ve dereotunu serptim üzerine. Gözleri açılmış köleden sonra bir de büyümüşüm gibi hissettim, güldüm geçtim.

Nazan uyanıp yanıma geldi. Hangi dağda hangi allahın belası kurdun öldüğünü nereden bileyim ben, dedim. Şarap döktüm bardağıma. O kendi bardağını eliyle kapadı. Bu gidişle işimden olucakmışım ve bu evden kovulacakmışız. Ben gidiyorum bu lanet olası lağım çukurundan, naber orospu! İçkillendi biraz, ama beni onu terk edemeyecek kadar tembel ve beceriksiz görüyordu. Kamış kenesi! Biraz sonra evden çıktı akşam görüşürüz falan demeden. İşte buna çok sevindim. Vedaları oldum olası hiç beceremem zaten.

Kapıcıyı çağırdım, beraber Adem’i bir ikinci elciye götürdük. Elli kağıt saydılar saymadılar. Yarısını kapıcıya verdim ve Adem’e veda ettim. Hava enfesti, bir nefes çektim ciğerime, katır kutur ses ve balgam geldi. Güzelmiş be, dedim. İskeleden karşıya geçen bir vapura bindim. Bir çay aldım. Yanımda oturan ve anneme benzeyen ihtiyar kadına sırıtarak pantolonumun paçasını bir güzel sıyırdım.

15 Haziran 2012 Cuma

GelipGeçenler

.
.
.
.
.
.
.
.
Bir sürücünün aklındaki sorular silsilesi:

Bu atı dizginleyen ben miyim?
Gördüklerim bu atın gözlerinden mi?
Uzansam şu ovaya, varabilir miyim oraya?
Yoksa zaten orada mıyım,
Uzanmak istediğime göre?





Yabancı bir odanın karanlıklarında bir kadının zihinden geçen;

Neredeysem, orada değilim.





Bir annenin aklındaki cevaplar:

Bu çocuk benim çocuğum.
Bu çocuk benim parçam.
Benim parçam benden farklı,
Ben ne kadar annesi olsam da,
Ben ne o'yum, ne de ben sandığım o.




Bir kaçağın aklında kalanlar:

Yirmi yıldır oradaydım.
Yirmi yıldır aklımda bir tek kaçmak vardı.
Gardiyanlar, öğünler, penceresizlik
Ben varlığımı kaçmakla sürdürebildim.
Şimdi kendime en çok ihtiyacım olan anda
Şu kaçak adımlarımla, yapayalnızım.
Ben, kaçmakla varoldu,
Kaçınca kayboldu.




Bir bakkal, çocukları kovarken mırıldandıkları:

Zaman sizin çocuklarınızı bu keyiften alıkoyacak.





9 Haziran 2012 Cumartesi

KuruSıkı

.
.
.
.
.
.
    Onu eskiden olduğum kisi ile etkileyebilirim, diye düşündüm. Ne de olsa oynayabileceğim bütün numaraları; yani film repliklerini, kitaplardan alıntıları ve yabancılıklarını hissetmediklerim hareketleri sunmuştum ona zamanında. Bu yüzden kumpas kurdum apartmanının önüne. Genişçe olan apartman girişinin hemen yanına tünedim. Kimseler yoktu civarda.

    Gelirken de bir paket sigara almıştım, onun apartmandan çıkmasını beklerken oyalanıyım diye. Beni görünce ne tepki verecek, diye düşündüm. Saşkınlıktan heyecanla eli ayağı tutulurdu büyük ihtimal. Beni görünce kimi görecek acaba? Eskiden sokakta elini kalçalarına koyup onu utandıran herifi mi? Temsil ettiğim bütün kitapları, yazarları, filmleri mi? Yoksa beni mi? Evet, biraz kilo aldım.

    Paketin jelatinini yırttım. Ellerim titriyordu. Günde iki paket içmekten mi yoksa heyecandan mı diye sordum kendime, sol elimi sigaramı yakan ateşe siper ederken. Eskiden elim titremezdi, dedim kendi kendime. Ona bakarsak salak herif, herhangi birinin kapısında evden çıkmasını da beklemezdin.

    Kim oldugumu düşündüm. Herhangi bir şey bulamadım kendimi tanimlayabilecegim. Ne olmadığımı düşündüm bu seferde. Pek çok şey buldum anında. Biten sigaramı bahçeye fırlattım. Bahçe bakimsizdi eskiye nazaran. İsimlerini bilmediğim kırmızı çiçekler biterdi burada, diye düşündüm. Bana onun kırmızı ve mor kopçali sütyenlerini hatırlatan çiçekler. Küf rengi gözleri. Renk demişken, mavi ve kırmızı renk odası. İlk kez elimi kasıklarının arasına bu odada daldirmistim. Bir iki resim de vardı duvarında. Anlamsız olanlardan. Herkesin bir anlam çıkarmaya çalıştığı. Karaktersiz resimler hani. Aslında ben de biraz öyle davrandim herkese karsı. En çok da ona. Belirsiz cümleler ve dokunuşlar. İnsanların, en ufak mimikleri ve jestleri anlamaya ve yorumlamaya çalışması karşısında büyülemiş bir cocuktum. Gecmisi olmayan bir çocuk. Ne bir sevgili, ne bir kitap ne de bir sanatçı vardı dişimi geçirdiğim geçmişimde. Diğerleri gibi değildim. Uygun durumlarda anlatabileceğim hikayeler çok kısıtlıydı.

    Ben de uydurdum. Kendi hikayelerimi yazmaya başladım. Ve iyiydim de. Hatta o kadar iyiydim ki kendi yazdığım hikayelere inanmaya başladım. Başım dönüyordu ve ben de dönmeye başladım bu hikayelerle.

    Apartmannın önünden iki genc geçti. Bakışlarını üzerimde hissettiğim anda elim pakete gitti ve bir sigara daha aldım. Böyle düşününce, dedim kendi kendime, eskiden oldugum herif şimdikinden daha boktanmis. Karaktersiz, ama bunu degistirebilecegini zannediyor. Peki sen, sen hala karaktersizsin ve bunu değiştirmeye bile çalışmıyorsun. Kendine ağlayan bir sürat edinmesin ikinci el pazarlarından ve dünyaya buğulu gözlerle bakıyorsun. Kendini ise dunyaynin mayasının yani anlamsızlığın kederinin farkına varmış, varoluşunu bitirmiş bir hippopotan olarak görüyorsun.

    Siktir! Göt herif, kız kapıda gözüktüğü zaman, ne diyeceksin ona? Burada oluşunu nasıl açıklayacaksın ona? Hata ettim buraya gelmekle. Bırak onun hatıralarında kalmak istediğin gibi kal. Güçlü, haydut ve soğuk. Zeki, esprili ve çirkin. Hahaha, iyi sıktın lan! Yavsak, sen ne zaman bu bahsettiklerin oldum ki. Çabaladın sadece. İnsanların zihinlerinde biri olmak için. Kimse olamadın, insanların, özellikle de onun kalbini siktin.

    Ulan, apartmanı boyamışlar mı? diye sordum kendi kendime. Evet, bok sarısıydı eskiden burası, şimdi krem rengine boyanmış ve turuncu taşlarla döşenmiş. Eskiden şurada dikilirdim. Ve yine en son burada görüştüm onunla. Onun bana engel olduğunu düşünüyordum. Her hareketi batıyordu bana. Konuşması, gülmesi. Çıldırıyordum, insanlara onu tanımadığımı haykırmak istiyordum. Ondan daha iyiydim. Bok iyiydin!

   Kapıda bekliyorum ama evde olup olmadığını nereden biliyorum, diye geçirdim içimden. Apartmanın arkasındaki bahçeye girip pencerelerine bakmayı kafaya koydum. Önce bir sigara aldım ve yaktım. Yine bir şey bulamamıştım ona söyleyecek. Belki karşılaştığımda put gibi karşısında durur ve istifimi bozmazdım. Ona bırakırdım ilk hamleyi. Ya benle konuşmaya kalkışırsa? Arka bahçeyi kapatan tellerden zıpladım. Zıpladıktan sonra yanmış saç kokusu aldım. Sigarayı elime aldım. İşte o zaman benimle konuşmaya kalkışırsa boku yerim, diye düşündüm arkaya doğru yürürken. Okkalı bir fırt çektim, ona bırakıyım konuşmayı. O ne derse ona ayak uydurayım.
   
    - Burada işin mi vardı?
    - Evet, şey, kız arkadaşımı bekliyorum.
    Ya da;
    - Benim için mi geldin buraya?
    - Merhaba. Boynunu göremeden edemedim güzelim.

    Bu kulağa biraz eğreti geldi. Büyük ihtimal bir bok diyemeyeceksin, hatta kekeleyeceksin mal herif, değil mi? Apartmanın arkasına gelince köşeyi döndüm ve penceresinin önüne yürümeye başladım. A ha, salıncak yerlı yerinde. Ama masaları da kaldırmışlar, kırıktılar zaten.

    Kimse yoktu arka bahçede. Odasının pencereleri görüş alanıma girdi. Perdeler kapalıydı. Ama aralık da vardı perdeler arasında. Kalbim daha hızlı ve şiddetli atmaya başladı. Durdum. Ayaklarım titriyordu. Siktiğimin götü, beceriksiz! Hemen duvara yürüdüm. Sırtımı duvara verdim ve hemen bir sigara çıkardım paketten. Yaktım ve fırt çektim. Ağzımdan sigarayı çekerken ellerim titriyordu. O bana engel oluyordu. O. Gülmesi. Bana engel oluyordu. Ondan daha iyiydim. Yere baktım. Buğulanmış gözlerimi kendimden kaçırmaya çalıştım.

    - Alper, burada, ne, benim için mi geldin?
    - Evet bebeğim, senin için geldim.

    Sesler kafamdaydı. Elimin tersiyle gözlerimi sildim. Topukladım oradan hemen. Hızlı adımlarla tel örgüye vardım. Bir ayağımı tel örgüden atar atmaz binanın kapıcısını gördüm. Bana yaklaşıyordu. Serefsiz hiç değişmemişti, karikatürleşen gömleği dahi üzerindeydi. Elimdeki sigarayı ağzıma götürdüm, sigara yoktu elimde. Bana bakıyordu dik dik. Ne kadar komik gözüküyorsundur lan, dedim kendime. Salak  herif, şimdi seni, bütün şapşallıklarınla gidip anlatacak O'na. Gözlerimde nem falan yok dimi?

    - Hayırdır, sizi göremiyordum uzun zamandır, hele telin üzerinden atlarken?
    - Şey, öyle bir uğrayayım dedim.
    - Arka bahçede ne yapıyordunuz?
    - Değişip değişmediğini merak ettim.
    - Şey, değişip değişmediğini gördüysen, çıkıp git buradan, dedi. Orospu çocuğu, götünü siktiğim, lafı aba altından sokma zahmetine bile katlanmıyor.
    - Ha, bu arada, Özge hanım taşındı, iki yıl önce.
    - Şey, biliyorum.

    Yavaşça arkamı döndüm ve yürümeye başladım. rahatlamayı hissedebiliyordum içimde dalgalanan. Anlatamayacaktı, O yoktu çünkü artık. O geçmişimdi artık ve ben artık onun zihninde istediğim gibi yaşamaya devam edecektim. Sigara aldım paketten bir tane. Elim çakmağa gitti, ama çakmak yoktu cebimde, düşürmüş olmalıydım arka bahçede. Aklımdan gidip almanın düşüncesi daha geçmedi. Bakkala girdim.

    - Bir paket kibrit var mı?

27 Mayıs 2012 Pazar

BirŞişeDolusuGece,YarımSomunEkmek

.
.
.
.
.
.
.
    Kimden gelip kime gittiğinin kaydı tutulamayan acılar, arzular, korkular. Bir şarkı çalar mesela, izbe bir sokakta, beklenmedik bir yüzyılda. Bir arabadan gelir belki müzik, belki de bir pencere pervazından. Müzikle asla yüzleşmem. Sadece her adımımda ve her soluklanmamda zihnimde biten ufak tefek anlar. Sen. Uzandığını hatırlarım kanepede. Tekrar ve tekrar kirlenmesin diye üzeri bir örtüyle kapatılmış kanepede. Boynuna dökülen saçlarını, diri göğüslerini, ele güne burnunu. Benim gördüklerimi göremediklerinden şikayetçi olduğum gözlerin kapalı hep. Yüzünde belirsiz bir tebessüm. Güneş doğmuştur. Isınmanın uyuşukluğu. Olduğum yerden seni izlerim. Kanepenin hemen dibinde bir şişe dolusu gece, üzerine gazete serilmiş masanın üzerinde bayatlamış yarım somun ekmek.
    Tek bir kelimeni hatırlamam, tek bir cümle haricinde.
    Siktirin oradan, duyamazsınız bu cümleyi benden.
    Duygusallaşırım çok nadir. Tek başımayken. Ve elimden geldiğince bu anların keyfini çıkartırım. Gözlerim kısık, kaşlarım çatık. Biraz daha net görmeye çalışırım, elimdekini aklımdakilerle denklerim. Sonra ansızın ayak bileğini düşünürüm. Hatırlamayam ama hayal etmeye çalışırım. Evet, sağ ayağındaki yüzük. Ayak bileğini bu yüzükle beraber canlandırmaya çalışırım zihnimde.
   Beceremem.
   Öyle olsun derim ve devam ederim yürümeye.

26 Mayıs 2012 Cumartesi

Çıplaklık,Tek,Kişiliktir

.
.
.
.
.
.
.
    Çıplaklığını saklamaya bayılıyordu. Üzerinde sadece incecik bir kumaş parçası olması bile yeterliydi. Hatta bu ince kumaş parçasını, beyaz olurdu genellikle,  kalın yorganlardan daha çok severdi. Vücunun bütün kıvrımlarını muhafaza eder, hatta tedirginliği, soğunun o bedene işleyen ürpertisinin tedirdinliğini onun ilahi bedeninden mahrum bırakmazdı.

    - Ne dersin, herif arınma peşinde mi, yoksa yine sıradan bir sikiş mi, diye sordu, sağ elinin işaret parmağıyla kitabın bir sonraki sayfasını kaybetmeden aralarken. Gözlerim tavandaki "sinek gelinlikleri"nin üzerindeydi. Bu ise onun örümcek ağı için kullandığı bir tabirdi. Hatta bir keresinde, sevdiği tek gelinliğin ve yine kendisine en çok yakışanın bu olduğunu söylemişti. Doğa ananın kadınlar avretlerini saklasın diye bizzat el attığı dokuma. Bu kıza bitiyordum. Güzel bedenlerin içinde sıkışmış aptal ruhların hiçbiri böyle bir şey söylemezdi. Kafalarından geçmezdi düşüncesi. Sıçtıklarını bilmemeleri gibi işte. Bağırsaklarında ufak bir sancı hissettiklerinde sadece tuvalete gidip, klozeti oturmaları gerektiğini bilirler, ondan sonrası hakkında bir fikirleri yoktur. Sıçtığını ve işediğini bilmek, bize ilk unutturulan numara ne de olsa.

    - Bilemem, ama deneyip göremiliriz. Bakalım kahramanımız arınacak mı yoksa sıradan bir sikiş mi olacak. Güldüm, o ise gülmedi. Kitabın yıpranmış kenarlarında askıda kalmışttı gözleri. Sol elimdeki sigarayı yakındaki bardağın içine attım ve elimi kumaşın içine soktum. Sağ kolumun dirseğine dayanırken sol elimle bacaklarının arasını okşamaya başladım. O anda yüzünde bir tebessüm peydahlandı.

    - Bunu sevdim işte, dedim, sol kulağına başımı hafifçe eğerek.

    - Peki kadın hakkında ne düşünüyorsun, diye sordu. Tuzaklı bir soruydu. Elimi kasıklarının arasına kaydırdım. İşaret parmağımla, yeniden keşfediyormuşça, dudaklarını okşamaya başladım. Kızıllığı üzerine mühürlenmiş o dudakların üzerinde kaybedilmiş cennetinin dönüş yolunu arıyordum. Başını hafifte yastığa bastırdı.

    - Anladım, dedi, ama o amcığın bunu hissedebileceğini sanmıyorum.

    İnce kumaşın altında olduğumuz sürece her türlü zevkin peşinden gidebiliyorduk. Çıplaktık. Yavaşça başımı boynuna dayadım. Kokuyu takip ediyordum, kuru dudaklarım kızgın boynunda sürünürken. Ürperdim, cam açıktı ve yağmur damlaları pencereleri dövüyordu. Çölün ortasında, kızgın dalgalar ve yer değiştiren kum tepeleri arasındaydım. Kupkuruydum, ıslanmaya can atıyordum. Aşağıya inmeye devam ettim. Aşağıya devam ederken yavaşça kumaş üzerimizde sıyrılıyordu. Ama rahatsız olmuyordu, bir nevi onun üzerindeyken ben örtüyordum çıplaklığını.

    Parmaklarımın arasında, enfes amcığında ıslaklığı hissettim. Susuzluğumu gidericek o ılık ıslaklığı yitirmemek için işaret parmağımla amcığının ağzını okşamanın yanı sıra başparmağımla açmış olan ıtır'ını buldum ve işaret parmağımdaki ıslaklıkla okşama başladım. Ufak bir inleme ve bir takırtı. Kitabı yere bırakmıştı. Nevresimi sıkıca kavradı. Artık hangi kitabı okuduğunu biliyordum.

    Leğen kemiğini dudaklarımın ucunda hissettim. Isırdım hafifçe. Tırnaklarını geçirdiğini nevresimi kendine doğru çekmeye başladı. Biraz daha sert ısırdım, kıkırdadı. Yavaşça kasıklarına geldiğimi belli eden o tümseğe gelmiştim. O tümsekte elimden geldiğince vakit öldürdüm. Dilimle ıslattım. Kuru dudaklarımla çöptüm. Azı dişlerimle ısırdım. Sol elimi sağ kalçasının altına yerleştirdim. Gözlerim kapalı, körler gibi yolumu bulmaya çalıştım. Hissederek, kadınımın bedenindeki en ufak ayrıntıyla tekrar ve tekrar gün yüzüne çıkartarak. Kalçasını elinin üzerinde, bütün diriliğiyle hissedebiliyordum. VE birden o ağırlık kalktı. Kalçalarını ve kasıklarını dudaklarıma kadar kaldırmıştı. Dudaklarımla o kızıl kıvrımı, kıskıvrak yakaladım. Ve kızıl kıvrım, dudaklarımdan sıyrıldı. Ellemin üzerinde tekrar kalçasını hissettim.

    Sertleşen aletim yüzünden pozisyonumu değiştirdim. Başımı kaldırıp, mum ışığında belli belirsiz olan yüzüne baktım. Başını arkasına yaslamış ve göğüs kafesini kaldırmıştı. Dudaklarımda tekrar o ıslak et parçalarını hissettiğimde iki elimle kalçalarını havada kavradım ve dilimi ucsuz bucaksız kızıllığın ortasında salıverdim. BAzen bir noktayı ve çıkıntıyı saniyelerce dilimle okşayıp emerken bazen de amaçsızca dolaştırdım dilimi. Şarap kırmızı deliğine açılan o ince perdede dilimle volta atarken, sağ eliyle saçlarımı kavradı. Bu beni delirtti işte. Amcığının hemen yukarısında şehvetin ve gecenin ufkuna açılımış olan Itır'ını dudaklarımla çepeçevre yakaladım ve emdim, yutana kadar. Dilimle, ufak darbelerle, geceyi duyumsadım ağzımda, belirsizliğini, daha fazlasını, kaybetmekten korkmayı, kazanmaktan korkmayı. Ve ölümü. Ve sikişmeyi gecenin son demlerine kadar. Kalçalarını ellerimle kavramakta zorlanıyordum. Titriyordu zevkten. O titredikçe ben daha fazlasını istiyordum.

    - Ne dersin, herif arınma peşinde mi, yoksa yine sıradan bir sikiş mi, diye sordum. Ellerimin arasındaki kalçalarını kurtardı. Yatakta dinelerek parmaklarının arasında saç tellerim olan sağ eliyle aletimi kavradı. Tekrar hızlıca uzandı yatağa ve sikimi amcığına sürtmeye başladı. Bacaklarını sıkıca kavrayı havaya kaldırdım ve baldırlarımla bacaklarını o pozisyonda sabitledim. Eğilip göğsünden bir lokma ısırdım ve o lokmayı ağzına taşıdım.

    - Işığı görebiliyorum, dedim. Kikirdedi, ama kısa sürdü.
    İçindeydim.
    Birbirimizle örtünüyorduk.

23 Mayıs 2012 Çarşamba

İn!

Oyunlar oynamak. 
Onun bedeninde. 
Onların zihinlerinde. 
Kendi sikinde. 
Tadımı çabalama gerektiren höyüklerde.
Sekiz dikişle bir gökyüzüne saklanan
Ruhu savsaklayan, ruhu taşımakla kovalarla
Tepelere.
İn! 
Durma orada!
Yokum ben orada!
Harbi sen ne arıyorsun orada?
Ben buradayım,
Kamburumun üzerinde başım,
Sikinin ucuna bir sezgi, ben, benden
Durma öyle uzakta.
Dedim ya, temas için ona,
Orada durma,
İn,
İn aşağıya
Oyun oynamak,
Kendi zihnimde
Senin ğögsünde, şapsalca.
Başka bir düşünceyi alabiliyor mu zihnin?
Benimkisi bomboş, 
Oyunlar mahrumsa gerçeklikten.
Mazuratım var.
Evet,
İn aşağıya,
Bak bu da, gerçeği hayal ürününden ayırmakla
Hayal ürünü bir çizgiyle
Oyun oynamaktır.
Oynayalım.
Ama in aşağı.
Ben buradayım,
Hayır mı? 
Neden?
Peki öyle olsun.
Ama bir temmennim var.
Eğer benim de bir parçamı almayı kabul edersen
Çizsem mesela dilimle bir çizgi
Kasıklarının arasına
Mutlu olurum.
İn aşağıya.
Ya da inme.
Oyun oynamak.
Senin bedenlerinde.
Kendi zihnimlerimde.

20 Mayıs 2012 Pazar

GelmişBulundum

.
.
.
.
.
.
.
-Taşımak istemiyorum artık bu yükü.
-Neyden bahsediyorsun?
-Neyden mi bahsediyorum?

    Bunu demesiyle yavaş yavaş yanıma sokulmaya başladı. Zoraki deneyimlerimlerimin çoğunda ilk sokulan ben olduğum için anın keyfine bıraktım kendimi. Ve bilirsin, genel olarak burada, anı teslim edip ayrıntılardan keyif alabileceğiniz pek çok kız yoktur. Bunun düşüncesi bile sikimin tüm görkemiyle sertleşmesine yetti doğrusu. Elimi yavaşça onun kalçaların üzerine koydum. Bedenim daha fazla hareket etmek istemiyordu. Elimle kot pantolonun üzerinden kalçalarını kısa menzilde okşamakla yetindim. O ise sert bir hareketle benden uzaklaştı. Boynunun ve ensesinin en ufak kıvrımını dahi belli eden gri geniş kazağını yavaşça üzerinden çıkardı. Yere attı kazağı. Baktım, sadece bakabildim. Heyecandan nefesim kesilmişti. Spot ışığının loşluğunda kıpkırmı ince dudaklarını araladı ve diliyle dudaklarını ıslattı. Gözlerini kapattı. 
Gerindi, göğüslerini göğüs kafesini şişirerek göğe kaldırdı. 
    Gözlerimi biraz daha açtım. Sonuçta insan böyle enfes bir mucizeye her gün tanık olmuyor. Ya da belki şöyle ifade etmek daha doğru olacak, her gün karşılaşabileceğin ama gözlerin kapalı olduğu için göremeyeceğin görüntülerden biriydi iste. Yavaşça nefes vermesini izledim. Anın paramparça olup onun bedenin ve bedeninin de ötesinde zihninde dağıldığını hissettim. Göğüslerinin güzelliği sadeliğinden kaynaklanıyor, diye düşündüm. O kadar ölçülü ve yeterliydi ki göğüsleri içimde bir ömür sürebilecek sadakat arzusu dalgalandı. Göğüslerinden kasıklarına inen o soluk kesici yolda, her iki kaburgası arasında peydahlanan boşluğu doldurmak istedim. Elimden gelenin en iyisiyle doldurmak, ruhumla, bedenimle, dölümle. Bir anda başını çevirdi sağa. Yere baktı gözleri kapalı. Halının üzerindeki belli belirsiz motifleri yakalamak istedi sanki, kapalı onlan gözleriyle. 
   VE BOYNU, evet, rabbim, diye hayıflandım kendi kendime, bir gözüm daha olsaydı keşke. Uzun boynu ve köprücük kemiğin birarada duruşu. Pantalonumun altındaki sertlik acı verdigini hissettim. Köprücük kemiklerinden sıkıca tuttuğumu gözlerimin önüne getirmeye çalıştım.. Kuvvetli bir rüzgarın estiğini ve benim onun elimden sıyrılıp uçmaması için sadece köprücük kemiklerinden tutabileceğim düşüncesi. Rüzgar onu havalandırmışken ben onu tutmakta zorlanıyor ve köprücük kemiğinden ısırıyordum çaresizce. Her şey bulanıklaştı zihnimden bedenime yayılan şehvet dalgasıyla. VE bir anda bana baktı. Hissediyorum, diye düşündüm. Seni yeryüzünden tutmaya hazırım diye düşündüm. 
    Şaşırdım, afalladim. Halbuki biraz önce kendimi ona bırakmak istiyordum. Şimdi ise onu yeryüzünde tutmaya çalışayordum zihnimde. Aslında benim belki uçmaya ihtiyacım vardı, havalanmaya. Ve o, beni havalandırabilecek mükemmellikteydi. Yavaşça bana yaklaşmaya başladı. Bana sahip olmadığım ama özlemini duyduğum bir şeyi anımsatıyordu. O yakınlaşırken, ben, biraz önce yakaladığım her ayrıntıyı yitiriyor olduğumu hissetmeye başladım. Hüzünlüydü artık, ayaklarını kaldırmadan, yavaş yavaş, sanki bana doğru taşınıyormuşçasına yaklaşması. Omzum seviyesindeydi, uzun boynunu biraz daha seyredebilirdim doğrusu. Başını göğsüme dayadı. Omuzları ve kısa kesim saçlarıydı artık görünürde olan. Ama bambaşka bir his yükselmeye başladı bedenimde. İki ufak nokta hissettim bedenimde. Göz bebeği mi yoksa göğüs bebeğimi olduğunu anlayamadan ellerimi onun soğuk belinde buldum. Kısa adımlar atarak parmaklarımla tanrının sayısız parmaklarından iki tanesinin görünür olduğu o girintiyi aradım belinde. Kalçalarının dört parmak üzerinde iki ufak çukurcuk.
    Bastırdım, bastırdıkça parçaklarımla o başını göğsüme daha sert bastırdı. Ben bastırdıkça göğsümde hissettiğim o iki ufak noktacığı bir daha duyusadım. Bir eliyle belindeki ellerimi desteklerken diğer eliyle iyice sertleşmiş olan sikimi pantalonumdan azat etti. Kendisine dar gelen bulunduğu kafesten çıkar çıkmak aletim, yer çekimine yenik düşüp kasıklarına yapıştı. Kafasının doğrultusunu değiştirmeden eğilmeye başladı. O eğildikçe belindeki ellerimle teker teker omurgalarını hissettim. Kayıp giden omurgaları ve omzuna çıktı. Omzundan kayarak, boynunu ve ensesini okşamaya başladım. Bütün o belirsizliğin içinde, onun ince kızıl dudakları aletimi yavaş yavaş dizginlerken dili aletimin başındaki her türlü kıvrıma ve kızıllığa saldırıyordu. 
    Gözlerimi kapadım. Zihiri karanlık zihnimdeki nahoş dalgalara karşı yüzmeye çalıştım. Boynu, diye düşündüm yavaşça yükselirken, boynunun uzun olması boynundaki hatları sivrileştiriyor. Ve o sivri hatların üzerinde bu enfes ince ve kızıl dudakları taşıyor. Bir anda çok yoğun bir dalga yükseldi zihnimde. Ellerimle çaresizce kulağını okşamaya başladım. Parmaklarımın ucundaki kulak memesinin yoğunluğunu dilimin ucunda da hayal etmeye çalıştım. Dudaklarımla ıslattığım kulak memesini azı dişimle ısırdığımı düşündüm. Yanağını okşamaya başladım, yavaşça inip kalkan yanağını. Hissettiğim sadece sıradan bir sarsıntı değildi, bu sarsıntı bendim. Aletimle onun yanakları üzerinden tekrar bir araya gelirken yükseliyordum. Aletimin başını ve derisini bağlayan o ince perdede, her geliş ve gidişinde dilini hissedebiliyordum.
    İnce, ıslak dudaklarının arasındaki aletim belirgin bir hızlanmayla gidip gelmeye devam ediyordu. Ve bütün bunları bilmek için gözlerime ihtiyacım yoktu, bizzat hissediyordum onu kendimde. Bedenimle, ellerimle, aletimle görüyordum onun ufak tefek her ayrıntısını. Ellerimi kısa kesilmiş saçlarının arasında gezdirdim. Saçlarının siyahlığını parmaklarımın ucunda dalgalanıyordu. Gözlerimi açtım, ona kaçamak baktım, kendinden geçmişçesine sikimi soyarken biraz daha yükseltim. Aletimi ince dudaklarının arasına her aldığında kafasını sağa doğru yatırması ve aletimin sertliğinin yanaklarına yansıması. Ayaklarım yerden kesilmişti artık. VE birden aletim ince dudaklarının arasındayken durdu ve karanlığın içerisinde bana baktı. O keskin, loşluğu deşen kara bakışlarıyla ayaklarım yerden kesildi ve tamamen havalandım.
    Yavaşça sikimi ağzında çıkardı ve hala boşalıyorken onu burnuyla iterek havaya kaldırdı. Saçlarına bulaşan meninin usulca alnına akışını seyrettim. Bu arada aynı yırtıcılıkla bana bakmaya devam ediyordu. Doruğa çıkmış olmanın taşaklarımdaki belli belirsiz sızısını duyumsadım. Sanki sol taşağı aşağı doğru ıslak ıslak çekiliyordu. Aniden bunun sızıdan değil de, yine o ince dudaklardan kaynaklandığını farkettin. Sol taşağımı yavaşça aşağı doğru sündürürken dilini taşağımın üzerinede hissedebiliyordum. Ufak acıyla, bedenimde tekrar yükselmeye başlayan merak ve şehvet ile onu sahiplenircesine becermeyi istedim o anda. Bana hissettirdiği o biricik arınmayı onun bedeninde yavaşça arama arzusuydu bu. Sonunda arınamayacağımı bilmeme kaçınılmaz bir başkaldırıydı bu. Onun kasıklarının arasındaki, vicdani itaatin kusursuz "ben"leri. İşte onda bulmayı arzuladığım şey şey buydu. Arınma.