10 Ekim 2013 Perşembe

Pinekli Lokanta


Masanın dikdörtgen ayağı ile
Müşterisinin dileklerini yamayan
Garson Arif, tanıştırayım.
Tek sorulu kıtalarda 
Milyonlarcasini bilen bir dine inanır
İnsan avlar, ama öncesinde servis yapar
Bir gecenin dakikliğini selamlar gibi
Elinde kirli bir çarşaf ile
Masalardan bir tek kendisini siler
Kadınlarla gelenleri, kız gelenleri
Uzağa bakar gibi ayrımsamaz.
Bilir ayna ikonaları ile kaldırım sevicileri
Aynı sabah, 
Aynı Tanrı'ya baş koyar
Sonra da güne
Aynı sele uyanırlar
Ve bilir levazımatçıların ve soyu tükenişlerin
Bir kurşuni noktada bekleştiklerini.

Derim ki
Bilet arıyorsan, bir insana,
Ve onun en uzak durağına
İşte Garson Arif, tanıştırayım
Utanç süzer, ama öncesinde servis yapar


5 Ekim 2013 Cumartesi

Fark

..


     Albert, annesinin dairesinin zilini çaldığında zil tonunun değişmiş olduğunu fark edemedi. Kapı açıldığında kendisi için hususi pişirilmiş kekin kokusunu da fark edemedi. Ama annesini tanıdı. Annesini tanıması için gerçekten yüzüne bakması gerekmiyordu. Babası öldüğünden beri kapıyı annesi açıyordu.
     Sarıldılar, hal hatır sordular. Albert salona girip kanepeye oturdu. Sonra yeğeni eşikte göründü. Albert'in dalgınlığını yırtırcasına koşup kucağına oturdu.
     "Dayı" dedi sevinçle, Albert'e sarıldı.
     "Elbisem güzel, değil mi? Annemin elbisesi, anneannem buldu." Albert ilk elbiseyi hatırladı sonra da kız kardeşini. Yeğeninin yarattığı heyecan bir anda dağıldı.
     "Sana daha güzel olmuş, bu sürprizi neye borçluyuz bakalım hanımefendi? Annen de burada mı yoksa?"
     "Hayır, o yok." dedi yeğeni. Biraz duraksadı ve birden çoşkuyla "Ama boyalarım burada, resim çizeriz."
     "Çok güzel fikir." diye araya girdi yaşlı kadın. "Hem bugün Hıdırellez, bu yıl gerçekleşmesini dilediklerinizi çizersiniz. Sonra da Albert dayın aşağıya iner ve resimlerinizi bahçeye koyar."
      Albert de çocukken her Hıdirellez gunü, kız kardeşi ve annesi ile birlikte o yıl gerçekleşmesini istediği şeyleri çizerdi. Sonra da babası çizdiklerini bahçeye koyardı. Böylece geriye beklemek kalırdı. Albert çocukken neler mi çizdi? Hatırlayamıyor ama büyük ihtimalle bahçesinde iki-üç çam ağacı olan kırmızı kiremitli, iki pencere bir kapı müstakil bir ev. Yanına da iki boyutlu bir araba belki. Bir de dalgalı kolları ve ayakları olan güneş.
     Yeğeni kucağından zıplayıp eşikten görünmeyene koştu.
     Annesinin müşfik gülümsemesinden gözlerini kaçırıp "Franny kaç gündür burada?" diye sordu Albert.
     "Yaklaşık bir, evet bir haftadır." Albert kadıncağızın ses tonunun değiştiğinin farkına vardı. "Franny'i bırakırken annesi, bir kaç güne gelirim dedi ama gelmedi."


     Bi'bok bilmemeyi diledi Albert.

-------- ------------ ------------- ------------- ---------

     Rüzgar vardı, kağıtları katlayıp cebine koydu. Sonra da apartman girişinde sigarasını yaktı. Bi'göz attı çevresine. Sokak çok değişmişti. Ama değişimi de kanıksamıştı Albert. Bu yüzden pek ilgisini çekmedi. Ayakkabılarına baktı. Sonra da ısınmak için durduğu yerde zıpladı. Uzaktan gelen köpek uğultusunu duydu, bahçeye yöneldi.
     Sonra cebindeki kağıtları çıkardı. Üç katlanmış kağıt. Bir anda kağıtlardan biri elinden kaydı ve rüzgar çalıların dibine sürükledi. Franny'ninkiydi. Kendisini ve annesini çizmişti sadece. Aynı elbiseyi giyiyorlardı. Ama Franny'e daha çok yakışmış, diye düşündü Albert ve diğer resimleri de çalıların dibine bıraktı.
     Albert'in annesi de bir saat boyunca elinde boya önünde kağıt onlarla masada oturmuştu. Ama sonunda boş bir kağıt vermişti. Bunu görmemiş olmayı istedi Albert. Galiba bu yüzden de gözsüz, kulaksız ve ağızsız bir surat çizmişti. Ama Franny, insan yüzünün gözsüz, kulaksız ve ağızsız olamayacağını, çizdiği şeyin keke benzediğini söyledi. Ve henüz kek yedikleri için tekrar kek isteyemezdi. Böylece kendisini açık gözleri, dikilmiş kulakları ve açık ağzıyla çizdi. Franny de dil ve saç ekledi.
     Albert tekrar sigara yaktı. Bahçenin çıkışına yürüken ağaçların arasında bir hareketlilik gördü. Köpekti. Galiba. Yok, hayır, başka bir şey. Biraz daha yakınlaştı. Bir şey ağaçların arasından çıktı. Ürperdi. Üniformalı bir adam. Daha doğrusu adamcık, kel bir cüce. Omuzunda da çantası. Albert elini ağzına götürüp nefesini kokladı. Sarhoş değildi.
     Üniformalı cüce çalılara yöneldi. Albert, cücenin yürürken çıkardığı sesin, pala bıyıklarının ardındaki bitkin ifadenin ve üniformasından gelen terin tüm duyu organlarıyla farkına vardı. Cüce eğildi ve Albert'in biraz önce bıraktığı kağıtları aldı. Çantasından bir defter ile kalem alıp bi'şeyler karaladı. Sonra Albert'e dönüp "Zor bir gece, dimi?" diye söylendi.
     "Evet" diyebildi sadece Albert.
     "Hımm, güzel bir dilek sizinki: gözle, kulakla ve ağızla, her şeyin farkında olmayı dilemek. Bu yüzden beni görüyor olmalısınız, evet, çok çıkmıyor böylesi." dedi cüce. "İnsanlar genellikle mal-mülk diliyorlar." Duraksadı, tekrar benim resmimi inceledi. "Dil çizmekle de iyi ettiniz, lezzet mühim. Saçlar da iyi fikirmiş, bakınız bana efendim." Sokak ışığı cücenin kel kafasından yansıyordu.
     "İnanınız bana her yıl bu kağıtların sayısı azalıyor. Karım işimden olmamdan korkuyor. Bu yüzden karım da çocuklarım da her Hıdırellez günü beni işe giderken çiziyorlar. Ama hayır efendim, hayır, ben kendimi yılın 364 günü yatıyor çiziyorum. Bu tek günlük işten sonra, daha az dinlenme düşünemiyorum."
     Albert gülümsedi. Zor zamanların hızırı, nahoş bir gülümseme.
     "Neyse, sizi tutmayayım, malum, benim de bu gece işim başımdan aşkın." Cüce arkasını döndü, hafiften düşmüş pantolonu yukarı çekti. Sonra tekrar Albert'e dönüp,
     "Söylemeden edemeyeceğim, bence de elbise Franny'e daha çok yakışmış." dedi ve yoluna devam etti.
   
   
     Bu deliliğin gerçek olmasını diledi Albert.